ALEVİ PORTAL

ŞAH KALENDER VELİ DERGAHI VE BENZER ALEVİ İNANÇ MERKEZLERİMİZİN DİYANET ELİYLE İŞGALİ

Murtaza DEMİR

Yazar, Pir Sultan Abdal Kültür Derneği Kurucu Başkanı

Türbesi Ankara Çubuk Sele Köyünde mukim, Anadolu Alevi ulularından Şah Kalender Veli Türbe ve Dergâhı’nın Diyanet İşleri Başkanlığı (DİB) eliyle haksız işgaline dair bir inceleme.

GİRİŞ:

Şah Kalender Veli’nin babası Siyami Fakı(h), 12. Yüz yılın sonlarında, aşireti, soyu-boyuyla birlikte Horasan Bölgesinden Anadolu’ya göçmüştür. Tarihi bilgi ve bulgular, Aşiretin Anadolu topraklarına girişinden itibaren farklı köy ve kasabalarda geçici iskânından sonra Ankara yakınlarında Çubuk/Sele Köyünü kalıcı olarak yurt edindiğini kesin olarak teyid etmektedir. Küçük bir bölümünü aşağıya alıntıladığımız tarihi veriler ile Osmanlı kayıtlarından edindiğimiz bilgiler ışığında Merhum Siyami Fakı ve aşiretinin, şu an türbenin bulunduğu boş araziyi yurt tuttuktan sonra çerağını yakıp Bâtıniliği/Alevi- Hak Muhammed Ali Yol’nu yürütmeye ve taliplerini irşada başladığı anlaşılmaktadır. Aşiret, dönemin şartları ve Yol’un maddi-manevi işlerliği gereğince evini, damını inşa etmiş, köyün, mezkûr dere içine kuruluşuyla eş zamanlı olarak bağını, bahçesini, tarlasını açıp iaşesini temine yönelmiştir. Siyami dede, Alevi Yol’nun bir yürütücüsü ve kadimden gelen inancının önderi olarak köyünde ve çevresinde saygı görmüştür. Siyami Fakı tekkesi ve zaviyesi, oğlu Kalender Veli’nin döneminde daha büyümüş, özellikle ortaya koyduğu kardeşlik iklimi, çevrede zuhur eden diğer Alevi ocaklarının(1) el alıp nefes vermesiyle, Çubuk Bölgesinden Çankırı bölgesine, Beypazarı/ Karaşar, Eskişehir, Kütahya, İstanbul Cibali semtine (Cibali Kapısı, Cibali Karakolu) değin yayılmıştır. “Çubuk yöresindeki Alevi ocakları Seyid Kalender Veli Ocağına bağlıdır.”(2)

TARİHİ ARKA PLAN; VERİLER

Şah Kalender Veli de, Hacı Bektaş Veli, Yunus, Mevlana, Tapduk Emre, Ahi Evran gibi Anadolu topraklarına yeni soluk getiren erenlerin Ehl-i Beyt Yol’nu takip etmiş, yine o veli ve nebiler gibi Anadolu’nun yurt olmasının maddi-manevi temellerini atan Horasan Erenlerinden biri olmuştur. Alevi uluları salt birlikte geldikleri Türkmen ahaliyi irşat etmekle kalmayıp, Ermeni, Rum gibi yerli ahaliyle de manevi bağ kurabilmiş, barışçı, uyumlu, bağdaştırıcı, hak ve hukuku gözeten tutumlarıyla o zümrenin dostluğunu kazanmış, bölgeye yeni gelen Türkmenler yerli unsurlarla kayda değer bir sorun yaşamamıştır. Dede, baba, ahi (ahı), pir, derviş gibi Türkmen kocaları için meşhur seyyah İbn-i Batuta, Ahileri; “Bilad-ı Rumda sakin Türkmen akvamının her vilayet ve belde ve karyesinde mevcut olarak tasvir etmiştir…”(3) Çağdaş tarih biliminin önemli simalarından Ö. Lütfi Barkan; Selçuklunun, Anadolu Beyliklerinin ve nihayet Osmanlı Beyliğinin imparatorluk noktasına ulaşmasını pek çok Türkmen dervişinin seferber olmasına bağlayarak; “Saruhan’da Ahi Aslan, Ahi Farkun, Ahi Şaban, Ahi Çarpık, Ahi Yahşi ve oğullarına Ahi Yunus, Kandırmış Şeyh, Adil Şeyh, Duruca Baba, Nusrat Şeyh, Saru İsa, Saru Şeyh, Kutlu Bey, Kızıl Emeli Zaviyeleri ile Menteşe’de Ahi Yusuf, Ahi Feke, Ahi Debbağ, Ahi Ümmet, Ahi İsmail Zaviyelerinin mevcut bulunması da bu hususu teyid eder.(4) Amasya’da ve Tokat’ta da aynı şekilde eski devirlerde tesis edilmiş olması muhtemel bulunan pek çok Ahi zaviyesi mevcuttur”(5) demektedir. Eserini pek çok veri ve belgeye dayandıran Barkan, Bâtıni-Alevi dervişlerini kastederek; Anadolu’nun ve Balkanların birer Türk yurdu olarak iskân edilmesinin nedenleri arasında “Kolonizatör, bağdaştırıcı” dervişlerin fonksiyonlarını işaret etmekte, “bize birer mümessil öncü gibi gözükmelerinden ileri gelmektedir”(6) diyerek, Anadolu’da kalıcı olmamızı, Türkmen dervişlerinin, Ahi kültürü ve fütüvvet ehlinin yaydığı manevi iklimle mümkün olabildiğine dikkat çekmektedir.

Resmi tarihimizde yok sayma ve karartma, salt Batın orijinli dervişlerin devletlerin-beyliklerin kuruluşundaki fonksiyonları değil, Ahiliğin köklerinin ve kültürel-inançsal altyapısının da karartılmasıdır. Oysa menşei ne kadar karartılırsa karartılsın, birincil-orijinal tarihi belgeler; Ahiliğin Alevi-Bektaşilikle ilişkisinin, bir Alevi-Bâtıni kültürü olarak kuruluş yıllarında da etkili olduğunu ortaya koymaktadır. Mesela Vikipedi sayfasında; “Ahî Evran, Pîr Ahî Evrân Velî veya tam adıyla Pîr Mahmud bin Ahmed Nasirûddin Ahî Evran bin Abbas Velî 13. yüzyılda yaşamış Alevî Türkmen Pîr ve Şeyhi. Gerçek kişiliği menkıbeler içinde kaybolmuş bir tarihî şahsiyettir” denilmektedir. “Ahi Evran ile dostane ilişkileri bilinen Bektaş-ı Veli’ye nispet edilen Bektaşilik ve bu tarikatın hâkimiyet alanına giren Alevi zümreleri Ahilikle aynı kültür çevresine mensuptur. (…) Bu durum ikrar verme, yol atası ve yol kardeşi edinme törenlerinde açıkça tezahür eder. Bu bağlamda erkân esnasında kullanılan şedd/kuşak, hırka, tac vb. kıyafetler ve diğer şeyler iki zümrenin müşterek sembol ve yorumlarla benimsediği motiflerdir. Bunların yanında Ahiliğin iç düzeniyle ilgili/Yol’a dair soru ve cevaplar, talibe verilen nasihatler, çeşitli vesilelerle okunan dualar, tercümanlar ve gülbanglar çoğu kere sözleri bile değiştirilmeden Alevi-Bektaşiler tarafından aynen terennüm edilir.”(7)

Çubuk bölgesinin inanç haritası ile Ahiliğin ve İlk Osmanlı beylerinin dini-içtimai tercihlerinin doğru anlaşılması bakımından birkaç belgeye daha değinmek gerekir. Aşağıdaki belge Ertuğrul, Baba İlyas ve Ede Balı’nın çağdaşlığını, ilaveten 13. yy ortalarında Ankara ve çevresinde Ahilerin etkin olduğunu göstermektedir: “Ertoğrul zamanında Baba İlyas divane vardı. Ruma Ertoğrulle bile gelmişlerdi ve Koçum Seydi vardı. Baba İlyas’ın Halifesi idi bunların kerametleri zahir olmuş duaları makbul azizlerdi. Osman Gazi zamanında Ulemadan Tursun Faki(h) vardı ve fukaradan Baba Muhlis Ve Osman Gazinin kayın atası Edebali vardı, bunlar duaları makbul azizlerdi.”( “Murad Hüdavendigar zamanında dirler ki ol vakit Kala-i Ankara Ahiler elinde idi. Sultan Murad Han Gazi yakın geliyecek Ahiler istikbal idüp kla’yi teslim edtiler. Çünkü Murad Han Gazi şehre girdi, üzerine akçeler nisar itdiler, kullar o akçeyi yağma itdiler.”(9)

Peki ama Selçukludan imparatorluğa giden sürecin birincil aktörleri olan Türkmen taifesi, ne oldu da 15. yy’dan itibaren kimi zaman yönetimle ters düştü? Resmi tarihimizin “Babai isyanları” diye nitelediği, objektif tarihçilerin ise; “yerli halkların ve Türkmenlerin hak mücadelesi” dediği bu olguyu saygın tarihçilerin kaleminden okumadan önce Osmanlı Beyliği’nin kuruluş hikâyesini anımsayalım: Bir Bâtıni-Alevi Dedesi olan Şeyh Ede Balı (Edebali), Osman (Osman değil, Odman veya Ataman) Beyin kayınbabasıdır. Ede Balı, Osman’ın Beylik kuşağını (10) kuşatmış, “dürüst ol, alçak gönüllü ol, adaletten şaşma, adaletten şaşarsan düşersin” demiş, bir bölümünü aşağıya aldığımız Alevi (Bâtıni) duasıyla(11) uğurlamıştır:

“Oğul! Güçlü, kuvvetli, akıllı ve kelamlısın. Ama bunları nerede ve nasıl kullanacağını bilmezsen sabah rüzgarlarında savrulur gidersin… Bunun için daima sabırlı, sebatkar ve iradene sahip ol!..

Milletin, kendi irfanının içinde yaşasın. Ona sırt çevirme. Her zaman duy varlığını. Toplumu yöneten de, diri tutan da bu irfandır. İnsanlar vardır, şafak vaktinde doğar, akşam ezanında ölürler. Dünya, senin gözlerinin gördüğü gibi büyük değildir. Bütün fethedilmemiş gizlilikler, bilinmeyenler, ancak senin fazilet ve adaletinle gün ışığına çıkacaktır. Ananı ve atanı say! Bil ki bereket, büyüklerle beraberdir. Açık sözlü ol! Her sözü üstüne alma! Gördün, söyleme; bildin deme! Sevildiğin yere sık gidip gelme. Cahiller arasındaki âlime, zengin iken fakir düşene ve hatırlı iken, itibarını kaybedene acı!

Unutma ki, yüksekte yer tutanlar, aşağıdakiler kadar emniyette değildir. Ülke, idare edenin, oğulları ve kardeşleriyle bölüştüğü ortak malı değildir. Vaktiyle yanılan atalarımız, sağlıklarında devletlerini oğulları ve kardeşleri arasında bölüştüler. Bunun içindir ki, yaşayamadılar… Bey memleketten öte değildir. Bir savaş, yalnızca bey için yapılmaz. Osman: nereden geldiğini unutma ki, nereye gideceğini unutmayasın…”

Bu gülbank, dervişlerin ve aynı kültür-adalet ikliminde yaşayan halkın nasıl bir devlet ve yönetici görmek istediğinin belgesidir. Derviş beye diyor ki; “bey, adaleti elden bırakma, bırakırsan düşersin!” Ede Balı gibi dervişlerin düşün dünyasının maya tuttuğu Osmanlı’nın ilk iktidar dönemlerinde de, alabildiğine gevşek, dervişlerin dünyasına yakın ve katı kurallardan uzak uzlaşmacı bir dinsel anlayış görüyoruz. Örneğin “Orhan Gazi’ye ait Vakfiyyede, Bursa’nın zaptında büyük himmeti ve askeri coşturarak zaferde katkısı olan heteredoks derviş Geyikli Baba’ya bir kısım arazi ile iki yük şarap ve iki yük rakı verilmesi kaydı (…) son derece dikkati çekicidir.”(13)

Birçok tarihçiye kaynak olan Köprülü’ye göre de Osmanlı, “resmi tarih ezberinden farklı bir dinsel ortamda şekillenmiştir. “Örneğin bu bölgede onca hareketliliğe rağmen Müslüman ve Hıristiyan unsurlar arasında dini sebeplerden çıkmış herhangi bir mücadeleye tesadüf etmiyoruz. Çünkü Hristiyanlığı dinsel nedenle düşmanlaştıran bir anlayış Türkmenler arasında hiçbir zaman kuvvetli bir tesir icra edememiştir. Öyle ki, umumiyetle Müslüman olmakla beraber, her türlü taassuptan azade, dinin kendileri için çok muğlak (…) eski kavmi ananelerinin zahiri Müslümanlık cilasına boyanmış basit bir şekline salik, eski Türk Şamanlarının haricen İslamlaşmış devamından başka bir şey olmayan müfrit Alevi ve heteredoks Türkmen babalarının manevi nüfuzu altında idiler.”(14)

Türkmen taifesi, genellikle barış içinde yaşamı tercih etmiş, gerekmedikçe savaşmaktan uzak durmuş, her dönemde mutlaka bir devlet üretmeyi bilmiştir. Dolayısıyla koşullara göre siyasal organizasyonu olan, “görgü ve sorgu erkanını” sürdürerek adaleti sağlayan, adaleti ve adil olmayı yaşamlarının en değerli ilkesi sayan, sosyal topluluklar olduklarını söylemek gerekir. Bâtıni Aleviler ve yerli unsurlarla yakın sosyal bağları olan Sünni İslami fıkıh bilgini Bedreddin’e asılmadan önce “son sözün nedir” diye sorulduğunda; “adaletin olmadığı yerde yeryüzü zindan, ne devlet vardır ne sultan, ne din kalır ne de iman. Ben de bu ortamda halimce Bedreddin’em” demiştir.(15) Keza rivayet edilir ki Sivas Paşası Hızır Paşa’nın, Pir Sultan Abdal’ı makamına çağırtıp yemek ikram etmesi karşısında Pir Sultan Abdal; “sizin yemeğinizi benim köpeklerim bile yemez” diyerek yemeği reddetmiş, sonrasında da Hızır Paşa’nın emriyle Sivas/Kepçeli Meydanında idam edilmiştir.

Kıl çadırları, davar ve sığırlarıyla göç eden Türkmen ahalinin Anadolu’ya intikalinin tesadüfü, başıbozuk bir göç hali değil, iç disiplinden kopmayan, şartlara göre davranmaya hazır olan organize bir düzen görmekteyiz. Öylesine organize ki, şiddetle karşılaşması durumunda “Gaziyan-ı Rum” (gaziler), üretim fazlasının pay edilmesi veya pazarlanması gerektiğinde “Ahiyan-ı Rum” (ahiler), maneviyatın- inancın, adaletin göç şartlarında da devamını sağlamak-sürdürmek adına “Abdalan-ı Rum” (Urum Abdalları), yiğitlerin, savaşçıların-gazilerin aşiretten zorunlu uzak kalmaları durumunda da “Bacıyan-ı Rum’un” (Bacılar Kurulu) sorumluluk almaktaydılar… (16) Dolayısıyla Abdulbaki Gölpınarlı’nın ifadesiyle “göçerevli” Türkmen aşiretler ve boylar, salt kendi içinde değil aşiretler arası federal-konfederal hiyerarşiye de sahip sosyal organizasyonlar halindeydiler.

Bu aşiret ve boyların birliğinden ibaret olan ve onların inanç ikliminde şekillenen Osmanlı, bu “cemaatlerin, inanış ve yaşayışları İslamiyete aykırı olsa dahi buna pek ehemmiyet vermiyorlardı. Anadolu gibi birçok akidenin kaynaştığı içtimai muhitte yaşayan bu Türkmen şeyhlerinin bir kısmı, yalnız doğrudan doğruya kendilerine mensup Şamanî hayat ve akidelerine bağlı Türkmenlerin değil, Sünni Türklerin ve hatta Hıristiyanların bile, bilhassa ölümlerinden sonra, velileri haline gelmişlerdi.” (17) Çok şaşırtıcı eğil mi? Dervişler, salt Türkmen taifesinin değil, Sünni ve yerli unsurların da ziyaret ettiği saygı duyduğu veliler durumundaydı. Benzer tespitleri yapan Shaw: “Göçebeler arasında pek geçerli olan (…) özellikle mistik sofilik, Türk Anadolu’sunda en önemli ve yaygın din oldu.

Türkmenler halk üzerindeki etkilerinden dolayı Büyük Selçukluların başlarından attıklarına sevindikleri mistik liderlerini de birlikte getirmişlerdi. Bütün Anadolu boyunca bu liderler kendi tarikatlarını kurdular ve konfederasyon biçiminde örgütlendiler” demektedir. (18) Çetinkaya, “Osman Bey’in mensup olduğu aşiretin dört yüz evlik bir grup ile Anadolu’ya göçtüğünü, Moğol istilası nedeniyle Anadolu’ya gelen ve Büyük Türkmen Göçü olarak adlandırılan göçlerden sonra, Anadolu’daki Türkmen unsurların daha da güçlendiğini, Osmanlı Devletini kuran Hanedan’ın da bu yeni gelen Türkmenlere mensup” (19) olduğunu tespit etmektedir.

Barkan, “Bâtıni Türkmenler kimi zaman merkezi otoriteyi tanımadı, başkaldırdı” gibi Fuad Köprülü’nün de içinde olduğu grup ve anlayışların iddiaları karşısında şu gerçeği aktarıyor: “Mevzuubahs etmek istediğimiz mes’ele; hali ve tenha yerlerde, boş topraklar üzerinde kurulan bir nevi Türk manastırları, (couvent ermitage)i olan zaviyelerle yeni bir memlekete gelip yerleşen kolonizatör Türk dervişleridir. Dervişlerle tekkelerin son zamanlarda (16.17 yüzyıl sonrasında ç.n.) soysuzlaşmış şekillerine ait taşıdığımız kanaatleri sarsacak mahiyette ve iddialı olduğu kadar garip de gözükecek olan bu fikrimizi haklı gösterecek bazı vesikaları bu tetkimizde zikredebilecek vaziyette olduğumuzu zannediyoruz. (…) Filhakika Müslüman mistik tarikatlerin teşekkülünde Türk-Moğol şamanizminin tesirleri olduğunu binnetice Orta Asya’dan gelen akınlarla birlikte Anadolu’ya yeni bir takım dini cereyanların sokulmuş olduğunu kaydedebiliriz”(20) diyerek, objektif değerlendirmeler yapmaktadır.

Yine önemli bir tarihçimiz olan Mustafa Akdağ Türkmenlerin xv. xvı. yy’da yaşadığı huzursuzluğa dair şu tespitte bulunmaktadır. “Osmanlıcı ve Enderun kökenli iktidar övücüsü olan bu insanlar, bütün bu yüzyılın hatta xvı. yy başlarındaki büyük olayların, başkaldırma hareketlerini hep rafizi mülhit, Kızılbaş olarak tanıtma yolunu tutmuşlar, bu suretle devletin yapıcısı olan Türk toplumunun içine yuvarlandığı ekonomik bunalımın zoru ile devlet düzenini yıkmaya itilmiş olduğunu itiraza yanaşmamışlardı.”(21) Türkmen ahali geçim zorluğunu deyiş, deme, türkü yakma yoluyla her fırsatta dile getiriyor, ancak sesini saraya duyurmakta güçlük yaşıyordu. Osmanlı Devleti kadılarından Tosya kadısı Celal’in oğlu Celal-zade Mustafa Çelebi’nin devlet içinden yaptığı tespit, tartışmaya mahal vermeyecek denli açık ve önemlidir. Celal-zade döneminin içtimai durumunu şöyle resmediyordu:

“Yiğidi tamamen görevden aldılar, arzu geçidine yol eylediler,

Kılıç bilmeyenler asker oldu. Çürük ve kötü, yiğit yerine geçti,

Boşluk orduyu kapladı, yiğit tavşan ve sıçana benzedi.

Her boşalan tımar açık arttırmaya çıktı. Adalet ve lütfun gözü hasta oldu.

Alçaklar rüşvete yükselip, zenginler gül gibi elde tutuldu.”(22)

Şu halde Horasan erenlerinin “Kolonizatör Türk Dervişleri” deyimi; Selçuklu, Anadolu Beylikleri ve Osmanlı İmparatorluğunun kuruluşu ve nihayet Türklerin Balkanlar ve Anadolu’da tutunuşunda kilit rol oynayan Bâtıni inanç önderleri gibi bir anlama tekabül etmekte ve objektif tarih bu gerçeği teyit etmektedir. Burada konu ettiğimiz Siyami Fakı, Şah Kalender Veli gibi Bâtıni dervişlerin “yurtlaştırıcı, uzlaştırıcı, bağdaştırıcı” rolünü de aynı anlam içinde görmek, hatırasına ve kazandırdıklarına saygılı olmak, bozmadan-dönüştürmeden korumamız gerekir… Bu bağlam içinde Şah Kalender Veli Türbesi ve benzerlerinin ifade ettiği manevi anlamı idrak etmek bakımından tarih turumuzu sürdürmek yerinde olacaktır.

Barkan; “O kadar ki bu kolonizatör Türk dervişlerine ve onların köylerde tesis ettikleri zaviyelere, Türk istilası ile birlikte ilerleyen bir şekilde bütün Anadolu’da tesadüf edilmektedir. Aynı muhacir akını garbe doğru taştıkça bu akımın öncüleri olan dervişler ve onların kurdukları mamureler (zaviyeler) garbe doğru ilerlemiş ve çoğalmıştır. Bu yayılış hakkında tam fikir vermeğe yardım edecek birçok kayıtları ihtiva etmesi, tetkimiz için iddia edebileceğimiz kıymetli noktalardan birini temin etmektedir. Diğer yandan Anadolu’nun Türk iskânına açılmasına, devletler, beylikler kurulmasına önayak olan Fütüvvet ehlinin Osmanlı imparatorluğunun teşekkülü meselesindeki kilit rolü ile ilgili olarak, bu zümre devlet kuruluşu kadar hatta belki ondan da ehemmiyetli olarak köylerin kuruluşunda rol sahibi”(23) olduğunu yazmaktadır.

Görüldüğü üzere özellikle Barkan, Gölpınarlı, Akdağ gibi kaynak, otorite ve tarafsız ilim insanları, tespitlerini salt kendi araştırmalarına dayandırmak yerine diğer tarihçilerin araştırmalarıyla karşılaştırarak savlarını güçlendirmektedirler. Örneğin Barkan adı geçen eserinde; “Burada yalnız bazı büyük şehirlerde ve burjuvalar muhitinde değil, uç beyliklerindeki köylerde de bilhassa şubeleri olan Ahi teşkilatının Anadolu’daki faaliyetlerinin Osmanlı İmparatorluğunun kurulmasında büyük rol oynamış olduğunu kaydetmek icab eder.

“Gazi” Osman’ın kayınpederi Şeyh Edebali ile silah arkadaşlarından birçoğunun hatta Orhan’ın kardeşi Alâeddin’in bu tarikate (Bektaşilik) mensup bulunuşu, ilk piyade askeri üniformasının Ahi üniforması oluşu ve Yeniçeriler için Ahi başlığının kabul edilmiş olması bu bakımdan son derece manidardır”(24) demektedir.

Bölge inanç coğrafyasını araştıran Dr. Sıddık Çalış;(25) “Siyami Fakıh’ın oğlu Şah Kalender Veli zamanında Cücük ve Karkın köyleri teşkil edilerek ocağın faaliyet alanı genişlemiştir. Elde edilen bilgilere nazaran, Çubuk Sele Köyündeki Şah Kalender Veli Tekkesi ve ocağının, Çubuk çevresindeki beş ocağın hiyerarşik olarak en üst kademesinde yer alması Siyami Fakıh’ın şöhret ve manevî nüfuzunu gittikçe artırmıştır. Özellikle oğlu Şah Kalender zamanında ocağın etkinliği çevre beldelere de yayılmıştır.” Derken, Prof. Dr. Gıyasettin Aktaş aynı konuda; “Çubuk’ta bulunan yatırların önemli bir kısmı, bu yörenin manevi özelliğini ortaya koymanın yanında, halkın ortak değerler etrafında birleşmesinde de rol oynamaktadır. Dalyasan Köyü’nde bulunun Bayram Dede ve Silcan Evliya yatırları, yöre insanının önem verdikleri makamlardır. Aynı şekilde Demirci Köyü’nde bulunan Ağa Tekkesi, Turabî Ocağından Martlı Arif Dede Yatırı, Karaağaç Köyü’nde bulunan Sarı Dede, Zırah Dede, Ulupınar Dede ve Hamamkaya Dede yatırları da bu manevi kimliğe ayrı bir önem katmaktadır. Kösrelik Köyü’nün batısında Aydost Dağı’nın dibinde Çubuk Yöresini Mesken Tutan Horasan Erenlerinin yatırları bulunmaktadır. Kuyumcu Köyü’nde özellikle felçlilere iyi geldiği kabul edilen Pabuç Ziyaretgâhı dikkat çeker. Aynı köyde İsmail Gökçe Dede yatırı bulunmaktadır. Meşeli Köyü’nde Eski Yayla, Kuzukıran ve Muradi makamları bulunmaktadır. Ovacık Köyü’nde Hacı Bayram Dede, Setlik Dede, Karakaya Dede, Seyidim Dede ve Balca Dede yatırları bulunmaktadır. Hacı Bayram Dede Seyit Kalender Veli Ocağı dedelerindendir. Ömercik Köyü’nde Dede Türbesi veya Dede Çalısı Yatırı bulunmaktadır. Sele Köyü, Çubuk’un en önemli merkezlerinden biridir. Seyit Kalender Veli burada yatmaktadır. (…) Çubuk yöresinde Horasan’dan sökün ederek geldiklerine inanılan inanç önderlerinin (…) başında Seyyid Siyami ilk sırada gelir. Seyyidi Siyam’ın, Hacı Bektaş Veli ile birlikte Horasan’dan geldiği kabul rivayet edilmektedir. (…) 1307 ve 1320 hicri yılı Ankara Vilayeti Salnamelerinde, Çubuk kazası Sele köyünde Hz. İmam Bakır sülalesinden Siyam Fakıh ve oğlu Kalender Veli türbesinden söz edilmektedir. Vakıflar Genel Müdürlüğü Vakıf Kayıtlar Arşivi’nde Ankara ili, Çubukabad (Çubuk)’a bağlı Sele köyünde “Kalender Veli Zaviyesi Vakfı” kaydı mevcuttur. Bu bilgilerden anlaşıldığı kadar her iki isim de bugünkü varlıklarının rivayet olmaktan çıktığı gerçeğini ortaya koymaktadır.”(26) gerçeğini tespit ederek, yörenin inanç coğrafyasının açığa kavuşmasında önemli katkılarda bulunmuşlardır.

DEVŞİRME VE ULEMA SARAYA, TÜRKMEN BAYIRA!

  1. yy’a gelindiğinde devlet Beylikten sultanlığa, sonra imparatorluğa dönüşmüş, Bizans’la Sultanlık adeta iç içe geçmişti. Uç Beylerinin, Bizanslı tekfur ve yöneticilerinin konforlu yaşamını taklit etmeye başlaması, taşra ahalisinin tepkisine neden oluyordu. Yeni yurtlarında, devlet büyüdükçe, beylerin adet, yaşam ve töresi de değişmeye başlamıştı. Yönetici beyler ve din adamları, gündelik yaşama dair yeni keyfi (çoğu kez dinsel) koşullar getiriyor, her koşulu rüşvetin bir gerekçesi gibi kullanıyorlardı. Türkmen ahali, geleneğiyle mütenasip olmayan adaletsizliğe tepki gösteriyordu. Yeni düzende ilişkiler, rüşvet üzerine kurulmuş, her yana cadı kazanları konmuş, başına zebani yerine “ulema” denilen din tacirleri görevlendirilmişti. Mesela Fuzûlî, (1494 – 1556) Nişancı Celalzade’ye yazdığı şikâyet mektubunda, Padişah emriyle bağlanan maaşını alamadığından ve sıradanlaşan rüşvetten yakınıyor; “selam verdim, rüşvet değildir diye almadılar. Hüküm gösterdim, faydasızdır diye iltifat etmediler.” Diyordu. Türkmen’in entelektüeli durumunda olan derviş ve abdalların dünyasında maddiyatın bu derece önemsenmesi, erenlerin kimyasına, bey olma/beylik etme anlayışlarına uygun düşmüyordu. Devlet çürümüş, bürokrasi sadrazamdan kadıya değin baştan aşağı rüşvete bulanmıştı. ‘Bir lokma bir hırka’ felsefesinden gelen Bâtıni erenleri, bu kirli iklime “eyvallah” demiyorlardı.

Saltanat tarihçisi ve Padişahın yakını Hoca Sadettin Efendi, (ö. 1599) Sultan II. Bayezid’in Sadrazam, vezir ve paşalarını yolsuzlukla eleştirdiği konuşmasıyla yerden yere vuruyor, aşağıdaki satırları yazıyordu:

“Şu denli itdünüz zorbalık hiyanet

Raiyet haline itmezsiz riayet

Ki mazlum inledi ahh

Bu kenti depremlerle yıktı Allah

(…)

Size ısmarladım halkın sorunlarını

Dirdim sakın unutmayın adil olmayı

İdersiz doğruluktan bana iddia

Ama tutumunuz baştanbaşa hata

(…)

Koşuldur harçlığınız rüşvet şimdi

Dünya evine durmadan odun atarsız

Acısını söyleyene eğri bakarsız

Aceb midür yıksa bu ülkeyi Kahhar

Ki bid’atleriniz bir bir ortaya çıkar.(28)

İmparatorluğun genelinde rüşvet, yolsuzluk, kayırmacılık, açlık, hastalık, baskı ve zulüm almış yürümüş, yönetim kademesinde bulunanlar, aralarında mal biriktirme ve zenginlik yarışına başlamışlardı. “Sultan Süleyman’ın damadı Rüstem (1500-1561), bütün atama, kabul, ziyaretçi, imar, yol, liman, ticaret ve her türlü imparatorluk işini rüşvete bağlamıştı… Devletteki her işlemin bir resmi narhı, bir de rüşvet cetveli vardı… Narh devlete, rüşvet Rüstem’in kasalarına giderdi. Devlet, Rüstem’in umurunda bile değildi. O sadece alacağı rüşveti düşünür, memleket işlerini ve bürokrasiyi alacağı rüşvete göre tasarımlardı. Rüşvete itiraz eden bürokrat sürgün, isyan eden yurttaşlar ‘zındık’ ilan edilirdi. Adalet isteyenlere; ‘mülhit, Kızılbaş, Rafızî’ gibi sıfatlar verilerek idam edilir veya ırmaklara atılırdı! Rüstem öldüğünde; 11 milyon akçe para, 1.700 köle, 2.900 at, 1.160 deve, 1.100 altın üsküf, 500 altın eyer, 130 çift altın üzengi, 1.000 çiftlik gibi akıl almaz bir servet bıraktı. Tarih; Rüstem’i Osmanlının en rüşvetçi sadrazamı, en hırsızı, en ‘dindar’ (!) devlet adamı olarak kaydetti…”

Osmanlı fetih ve gazalarla büyürken, padişahlar yabancı kadınlarla evleniyor, sahnenin önünde yer alan aktörler tasfiye ediliyor, devletin bürokratik, hukukî, felsefî ve kültürel alt yapısını inşa eden aktörlerin yerine Sırp ve Hırvat devşirmeler getiriliyordu. Vaktiyle beylere ve gazilere yol gösteren dervişlerin yerini Fars ve Arap dünyasından devşirilen zümre alıyordu. “Türkmen, Osmanlı’nın yazışmalarında ve saray çevresinin dilinde şu hakaretlerle karşılık buluyordu: ‘Türk-ü sütürk,’ ‘Türk-bed lika,’ (çirkin yüzlü Türk) ‘Nadan Türk,’ (kaba, cahil, kötü Türk) ‘Eşirra-Etrük,’ (çok kötü Türkler) vb… Devleti kuranlar, ana unsur konumundan reaya konumuna iniyor, buradan da ‘nerede görürseniz öldürün; malı helal canı haram’ deniliyor, bu yönde sayısız fetva çıkarılıyordu.”(30) Devşirme bürokratlar Türklerin dilini, soyunu boyunu aşağılıyor, Bektaşi Babaları ve dervişler ise onları şiir ve taşlamalarla yanıtlıyordu.

“Kim bilir bizi nice soydanız

Ne zerre ottan ne hod soydanız.

Bize meftun olan marifet söyler

Biz Horasan mülkündeki boydanız.”

Kaygusuz Abdal(31) (…., 1444)

***

“Ehl-i şevkiz meşreb-i rindaneyiz Bektaşiyiz

Zahid-i bed-hulara bigâneyiz Bektaşiyiz

Sabitiz ikrarımızda şekkimiz yoktur bizim

Ahd-i yâre ser veren merdaneyiz Bektaşiyiz

Canımız kıldık feda Hilmi cemallulaha biz”

Hilmi Dedebaba(32) (1842-1907)

İMPARATORLUĞU ÇÜRÜTEN SUÇLU BULUNMUŞTU; ALEVİLER…

Oysa imparatorluğun yıkılış sürecinde yozlaşan kurum salt Yeniçeri Ocağı değil, saraydan başlamak üzere tüm bürokrasi kademeleriydi. Saray, memurlarının maaşını dahi karşılayamaz olmuş, sürekli toprak kaybediyordu ve bir suçlu gerekiyordu. Saraya kapılanıp, milletin kanını emen ulema o suçluyu bulmuştu; suçlu Alevilerdi! Öteden beri Bektaşi Dergâhına ve Yeniçeri Ocağına kini olan II. Mahmut, 15 Haziran 1826 tarihinde sancağı şerifi Sadrazam ile Şeyhülislam’a teslim ederek “gereğini yapın” dedi. Yeniçeri Ocağıyla birlikte tüm Alevi-Bektaşi dergâh, tekke, zaviye, türbeleri kapatılacak, ocak üyeleri katledilecekti. Tüm gücüyle Ocak kışlalarına saldıran sarayın kulları, yeniçeri kışlalarını top ateşi altına alıp, yok ediyordu. Ocağın kapatılması istenen fermanda şu gerekçeler sıralanıyordu: “İşbu yeniçeri taifesi şeriata aykırı ve küfre götürecek haramları helal saymaya, oruç ve namazı terk edip hülefai raşidin Hz.lerine sövüp küfretmek gibi hakaretlere cesaret ederek birtakım saf iman sahiplerinin bilgisizliğinden yararlanmak suretiyle doğru yoldan saptırarak delalet (sapkınlık) yoluna sevk etmişlerdir.”(33)

Yaklaşık 6000 kişinin öldürüldü, 20000 yeniçeri ve destekçisi sürgüne gönderildi. Bektaşilerin elinde olan Üsküdar, Eyüb, Hisar, Şahkulu, Karacaahmet gibi dergâh ve tekkelerin atmış yıldan önce yapılmış olanlarına dokunulmadan o tekke ve dergâhlara ehl-i sünnetten türbedar tayin edilmesine, (34) son atmış yılda yapılanların ise yıktırılmasına, “…babalar ile mürid adı altındaki piçlerin itikadlarını düzeltmek üzere Hadim, Birgi, Kayseri gibi uleması çok beldelere sürülmelerine karar verildi.”(35) Tekkelerdeki bütün eserler yakıldı.

“Cevdet Paşa tarihinde belirtildiği gibi bu olayda çok sayıda insan haksız yere idam edildi. Hacı Ali Bey ile Ahmet Pirtepeli Rumeli’de bulunan Bektaşi tekkelerinin yıkımıyla görevlendirildi. Rumeli’ndeki dergâhın yıkılmasına karşı çıkan Esad Baba İstanbul’a getirilerek Aksaray Meydanında idam edildi. Anadolu’daki tekkelerin yıkılması için Çeşnicibaşı Ali Ağa ile Çerkeşli Muhammed Efendi atandı. Padişah buyruğu gereği tüm dergâhların mallarına el konuldu. Hacı Bektaş Tekkesine postnişin olarak Bektaşilikle hiç alakası olmayan Nakşibendî tarikatından Kayserili Mehmet Said Efendi atandı.”(36)

SONUÇ İTİBARIYLA…

Beylik, imparatorluk ve nihayet cumhuriyetin kuruluşunun başat unsurlarından olan Aleviler, Cumhuriyetle birlikte nefes alacaklarını, çektikleri zulmün geride kalacağını düşünmüş, Atatürk’e ve Cumhuriyet rejimine bel bağlamış, maddi-manevi büyük desek vererek, kuruluşta yine çok etkin olmuşlardır. Nitekim Atatürk ve arkadaşlarının Hacı Bektaş Dergâhını ziyaretlerinde, Dergâhın Postnişi Cemalettin Efendiyle özel (ikili) görüşme yapılmış, Cemalettin Efendinin “Kurtuluş Savaşı sonrasında Cumhuriyeti kuracak mısınız Paşam?” sorusu üzerine Atatürk; “evet, aramızda kalması kaydıyla söylüyorum, Cumhuriyeti kuracağız” demiş, kuruluş sonrası Cemalettin Efendiyi milletvekili ve Meclis Başkan vekilliğine getirmiştir.

Ancak Osmanlı bakiyesi olan Cumhuriyet bürokrasisi, Aleviliğe karşı tutumunu bu döneminde de devam ettirmiş, tarihinin acı olayları yaşanmış, zulüm ve katliamlar Dersim, Çorum, Malatya, Maraş, Sivas gibi kentlerde sürdürülmüştür. Şer-i yasaların ilgasından sonra, laik devlet ilkesiyle yazılan medeni Anayasa’ya karşın, Padişah II. Mahmut’un 1826 yılında Yeniçeri Ocağını kaldırdıktan sonra Alevi-Bektaşilerin türbe, tekke, dergâh zaviye gibi dini yapılarına el koyup, bunların Nakşibendî Tarikatına devredilmesine benzer devlet politikaları, Cumhuriyet döneminde de devam etmiş, Şah Kalender Veli Türbe ve müştemilatına Sünni mezhebi adına el konulmuştur.

Birinci olarak: Şer’iyye ve Evkaf Vekâleti’ni kaldıran 3 Mart 1924 tarih, 429 sayılı kanunun tekke ve zaviyelerle ilgili olan 5. maddesinde: Türkiye Cumhuriyeti dâhilinde bilcümle cevami ve mesacid-i şerifenin ve tekaya ve zevayanın idaresine, imam, hatip, vaiz, şeyh, müezzin ve kayyumların vesair müstahdemin tayin ve azillerine Diyanet İşleri Reisi memurdur” denilerek, Sünni mezhebi adına Diyanet İşleri Reisliği kurulmuş, Alevi-Bektaşi inancından söz dahi edilmemiştir.

429 sayılı kanunun arkasından “Tekke ve Zaviyelerle Türbelerin Seddine ve Türbedarlıklar ile Bir Takım Unvanların Men ve İlgasına” dair, 30 Kasım 1925 tarih, 677 sayılı Kanun düzenlenmiştir. Yasanın 1. Maddesinde: “Türkiye Cumhuriyeti dâhilinde gerek vakıf suretiyle gerek mülk olarak şeyhının tahtı tasarrufunda gerek suveri aharla tesis edilmiş bulunan bilumum tekkeler ve zaviyeler sahiplerinin diğer şekilde hakkı temellük ve tasarrufları baki kalmak üzere kâmilen seddedilmiştir. Bunlardan usulü mevzuası dairesinde filhal cami veya mescit olarak istimal edilenler ipka edilir. Alelümum tarikatlerle şehlik, dervişlik, müritlik, dedelik, seyitlik, çelebilik, babalık, emirlik, nakiplik, halifelik, falcılık, büyücülük, üfürükçülük ve gayıptan haber vermek ve murada kavuşturmak maksadıyla nüshacılık gibi unvan ve sıfatların istimaliyle bu unvan ve sıfatlara ait hizmet ifa ve kisve iktisası memnudur. Türkiye Cumhuriyeti dahilinde salatine ait veya bir tarikat veyahut cerri menfaate müstenit olanlarla bilumum sair türbeler mesdut ve türbedarlıklar mülgadır” denilmiştir.

Şeriat düzeni taraftarı olan Şeyh Said, Cumhuriyetin kuruluşuna itiraz ederek isyana kalkışmış, arkasından 30 Kasım 1925 tarihinde 677 sayılı yasa çıkarılmış, bu yasanın mağduru da yine Alevi-Bektaşiler olmuştur. Aşağıdaki kanun değişikliği örneğinde olduğu gibi VGM, Kültür Bakanlığı ve benzer devlet kurumları marifetiyle, devlet adına tescil edilen, kamulaştırılan Alevi mülklerinin tamamı Sünni Diyanet’e dolayısıyla Sünni yurttaşların kullanımına tahsis edilmiş, aynı yöntemle Şah Kalender Veli Türbesine de cami beratı verilmiştir.

“Tekke ve Zaviyelerle Türbelerin Şeddine ve Türbedarlıklarla birtakım unvanların meni ve ilgasına dair olan 677 sayılı Kanunun birinci maddesine bir fıkra eklenmesi hakkında Kanunun birinci maddesine: ‘Tekke ve Zaviyelerle Türbelerin Şeddine ve Türbedarlıklarla birtakım unvanların meni ve ilgasına dair olan 677 sayılı Kanunun birinci maddesinin sonuna aşağıdaki fıkra eklenmiştir: Türbelerden Türk büyüklerine ait olanlarla büyük sanat değeri bulunanlar Millî Eğitim Bakanlığınca umuma açılabilir. Bunlara bakım için gerekli memur ve hizmetliler tayin edilir” denilmektedir. Türk büyüğü dediğinizde ilk akla gelenler bu coğrafyayı yurt tutan ve ecdadımız olan dervişler değil midir? O halde hem vicdani hem de 9 Kasım 2022 tarih ve 112 no’lu CB Kararname ışığında yasal olarak bu türbe binası ve müştemilatındaki kurban tığlama, kara kazan, dua bölümünün cemevi olarak gerçek sahiplerine tahsisinde hiçbir engel olmaması gerekir. Kaldı ki, 677 sayılı kanunla yasaklananlar arasında cemevi tanımı yoktur…

Dolayısıyla bugün geri dönüp baktığımızda 677 sayılı kanundan zarar gören tek inanç Alevi-Bektaşiler olmuş, sağ iktidarlar zaman içinde yasada peyderpey değişiklikler yaparak, tüm bu mülk ve yapıları Sünni yurttaşlarımızın hizmetine ve uhdesine bırakmıştır. Mesela yasaklı kurumlardan “medreseler” yasaya rağmen bugün açıkça hizmet vermektedir. Şıh kelimesi yerine “mele”, “hoca”, “imam”, zaviye yerine “külliye”, “vakıf”, “dernek” gibi unvanlar kullanılmış, yasak olmasına karşın cemaatten geçilmez olmuştur. Bu cemaat ve yapılar işi iktidarı ele geçirmeye, bakanlıkları denetim altına almaya kadar vardırmış, devleti ele geçirmek adına hain darbe teşebbüsünde bulunulmuştur.

Şah Kalender Veli Türbesine cami beratı verilmesi; “ülke sathındaki bu neviden dini mülklerin tamamı bizim olsun ama yetmez, Alevi-Bektaşi mülkleri de bizim olsun” demekle aynı anlamı taşımaktadır. Çünkü söz konusu Türbeye cami beratı verilmesinin yüzlerce örneği vardır. İfade edildiği üzere onbinlerce Alevi yurttaşın yüz sürüp dua ettiği Şah Kalender Veli Türbesinin ellerinden alınıp “burası artık cami oldu” denilmesi, Alevi yurttaşların huzursuzluğuna, en temel haklarının ve inanç özgürlüklerinin çiğnenmesine ve devletin kendilerine karşı inkar politikası güttüğü iddiasına somut örnek teşkil etmektedir.

Kabul edilmelidir ki modern devlet iddiası güden bir ülkede çıkan iç huzursuzluğun, hoşnutsuzluğun faturası o ülkeyi var eden millete değil, ülkeyi yönetenlere kesilir, onlar sorumlu tutulur. Ekonomi dar boğaza girmiş, halk açlıkla karşı karşıya kalmışsa, devlet, komşu ülkelere karşı açık veya örtülü savaş kararı alıyor, genç insanlar yok yere ölürken yönetenler lüks içinde yaşıyor, oğluna-yakınına “askerlik yapamaz” raporu alıyor, saray üstüne saray inşa ediyor, “uçan otellerle” seyahat ediyorsa, halkın bundan memnuniyet duyması beklenemez. Yurttaş, yurttaşlık sorumluluğu ve hakları gereğince bu tutuma itiraz eder. “Demokratik, sosyal hukuk devleti” ilkesiyle yönetilen ülkede yurttaşlardan bir bölümünün kimliği, inancı veya geleneği bahane edilerek, dışlanması, mülküne, kültür varlığına, hatırasına el konulması ve eziyet edilmesi hoş görülemez. Hak ve hukukuna sahip çıkan yurttaşlara “huzursuzluk çıkarıyorsunuz” denilemez. Hele de bu uygulamanın 21 yy’da gerçekleşiyor olması hiç kabul edilemez!

Bu yüzden demokrasi dediğimiz kavramın egemen olduğu ülkede, adaleti sağlayan yargı erki bağımsızdır. Yasama ile yürütmeyi denetlemek, hukuk ve meşruiyetle izahı mümkün olmayan devlet uygulamalarının hukuka uygun olarak çözümlenmesinden de yargı erki sorumludur. Hal böyleyken şayet yargı, yürütmenin denetimine girmişse, yargı olmaktan çıkmış işlevini kaybetmiş demektir ki, bu durum ülkede büyük felaketlerin yaşanacağının açık göstergesidir.

Dolayısıyla yargı salt adalet dağıtan bir erk değil, aynı zamanda kalkınmanın, eşitliğin, refahın, iç-dış barışın da vazgeçilmez teminatıdır. Yürütme erki bana ait olan bir değeri, örneğin Şah Kalender Türbesini elimden alıp, dilediği şekilde kanun yapıp değiştirebildiği yasayı ileri sürerek ve “yasa böyle emrediyor” diyerek, ideolojik olarak kendine yakın bulduğu toplum kesimine veriyorsa, içeriği ne olursa olsun vicdani ve meşru olmayan bu yasa ve uygulama savunulamaz! Çünkü bu haksız hukuksuz tasarruf, ülkeler yıkan, gönüller ve vicdanlar sızlatan, inancı, geçmişi, tarihi inkâr eden, hatta aşağılayan, bir tutum olur ki, bu karar ve tutum huzur ve kardeşlik iklimine hizmet etmez, etmedi, etmiyor. “Devleti temsil ediyorum” diyerek köyüme gelir, 700 yıldan buyana ecdadıma, inancıma, itikadıma mahsus olan bir türbeyi güya “tescil edip” , “sizin inancınız zaten fasıktır ve yok hükmündedir, o yüzden bu türbeyi sizden alıp, şu kesime veriyorum” dediğinizde ülkede huzur, barış sağlayamaz, refaha ulaşamazsınız. Bu tür taraflı kararlar, birliğimize-dirliğimize dair elimizde ne kaldıysa onun altına dinamit koymakla eş anlamlıdır. O yüzden yargıya çağrı yapıyor; “bu haksız tasarrufu iptal ederek vicdanların sızlamasını durdurun” diyoruz!

Bu davada tercih edilmesi gereken iki türlü karar olasılığıyla karşı karşıyayız: 1.’si, meri yasalara göre karar verilmesi; 2.’si vicdana, meşruiyete, iç hukuk saydığımız AİHM içtihadına (39) ve evrensel hukuka göre karar verilmesidir.

1- Meri yasalar tahtında verilen kararlara baktığımızda taleplerimiz; AİHM içtihatları veya evrensel hukuk normlarına göre değil, “iç hukukumuzda Alevi-Bektaşiliğin ve cemevinin tanınmadığı, dolayısıyla hukuken olmayan (tanınmayan) bir inancın tekkesi, türbesi, ibadethanesi olamayacağı” tezine, daha çok da 30.11.1925 tarihli 677 no’lu yasaya dayanılarak reddediliyordu. Bu çalışma ile 9 Kasım 2022 tarih ve 112 no’lu CB Kararname, yeni oluşan deliller ve tarihi arka plan ortaya konularak, kamu kurumu niteliğinde olan DİB ve VGM’nün ortaklaşarak, Sele Köyü ve benzer durumdaki dini yapılarımızı kamu adına tescil edip, sonra da eğer bu eser kamunun malıysa Sünni cemaatinin kurumu olan Diyanete verilir anlayışının ne denli hukuk ve izan dışı olduğu ortaya konulmuştur. Bu taraflı kararların vicdanları kanattığı ortadadır ve artık sürdürülemez durumundadır. Şayet “Alevilik ve cemevi yasada yer almıyor, bu nedenle işlemler böyle sonuçlanıyor” deniliyorsa, şimdi Kültür Bakanlığı bünyesinde, “Alevi-Bektaşi Kültür ve Cemevi Başkanlığı” (40) kurulmuş, imar yasasında ibadethane anlamı içine cemevi kelimesi ilave edilmiştir. Böylece kültür ve inanç varlıklarının sahiplerine iadesinin önündeki yasal sorun aşılmış, engel kaldırılmıştır.

2- AİHM içtihatları ve evrensel hukuka mevzuuna gelince: AİHM, “Bektaşi Cemaati ve Diğerleri/ Eski Yugoslav Makedonya Cumhuriyeti, Başvuru no. 48044/10; 75722/12 ve 25176/13 adlı benzer bir davada verdiği kararla Bektaşi Derneğinin talebini kabul ederek, Derneğin varlığını tescil etmemekte direnen Makedon Hükumetini tazminata mahkum etmiştir.

Bu gerçekler ışığında Alevi kurumlarımızın işgal altındaki her bir tekke, türbe, dergah, yapı, zaviye gibi dini mekanlarımızın kurumlarımıza veya secere kaydı bulunan sahiplerine devredilmesi amacıyla hukuk mücadelesi başlatmalarını dilerim.

Murtaza DEMİR

11.01.2023

KAYNAKLAR:

1 – Doç. Dr. Mehmet Erşal, s, 109, (Seyyid Hacı Ali Turabi, Seyyid Cibali Sultan, Seyyid Hacı Muradi Veli ve Hacı Mehemmed Abdal Ocakları)

2 – Doç. Dr. İbrahim Arslanoğlu, Çubuk Yöresi Alevi Ocakları ve Kurucuları. S, 62

3 – Ö. Lütfi Barkan, Osmanlı İmparatorluğunun Bir İskân ve Kolonizasyon Metodu olarak Vakıflar ve Temlikler, İstila Devirlerinin Kolonizatör Türk dervişleri

4 – İsimlere dikkat! Sünni İslam’ı çağrıştıran bir tane dahi isim yoktur. MD.

5 – Barkan, Türk Dervişleri ve Zaviyeler, s, 291-290

6 – Barkan, 285

7 – Barkan, s, 285

8 – Âşık Paşa Zade Tarihi, s, 199

9 – Neşri Tarihi, yp, 55

10 – Bel bağlamak: Muhip olmak; Tiğ-bend (kemer) kuşanmak.

11 – Mevlevilik, Alevilik, Halvetilik, Kadirilik, Rufailik gibi inançlarda yüksek sesle söylenen dua içerikli sözler.

13 – H. Z. Ülken, Akt, T. Akpınar, Tarih-Toplum Dergisi, Sayı 82, s.16.

14 – F. Köprülü’den Akt. Erdoğan AYDIN

15 – Baki Yaşa Altınok, Alevilik, Hacı Bektaş Veli-Bektaşilik, s, 211 (2012)

16 – Murtaza Demir, Kuşatılmış bir inancın Tarihi Alevilik, S, 44 (2019)

17 -Erdoğan Aydın, İlk Osmanlılarda İnanç, s, 24 (2006)

18 – Stanford Show, Osmanlı İmparatorluğu ve Modern Türkiye, C. 1, E Yay,. S, 27-28 (2008)

19 – Nihat Çetinkaya, Kızılbaş Türkler, Tarihi, Oluşumu ve Gelişimi. İstanbul, s, 312 (2004)

20 – Barkan, s, 284

21 – Mustafa Akdağ, Türk Halkını dirlik Dirlik DüzenlikKavgası, s, 117-120 (1999)

22 – Celal-zade Mustafa, Selim-Name, s. 441-442 (1997)

23 – A. Gölpınarlı, Fütüvvet ve Fütüvvetname-Makaleler, İBB yayınları, İstanbul-2022. S, 102

24 – Bu hususta Giese’nin tercümesi Türkiyat Mecmuasının 1. Cildinde (s, 151-152) neşredilen makalesi ile bu makale hakkında F. Köprülü’nün Hayat Mecmuası makalesi (sayı 11 – 12, 1922). F. V. Hasluck’un Prof. Ragıp Hulusi tarafından Bektaşilik Tetkikleri tercüme (1928) makaleleri (sf, 83) Barkan, s, 282, 283

25 – Yrd. Doç. Dr. Sıddık Çalık, Yıldırım B. Üni. Tarih Böl. Öğretim Ü. Bütün yönleriyle Çubuk ve Çevresi Uluslar arası Semp. , s, 182-183.

26 – Gıyasettin Aktaş, Prof. Dr, Gazi Ü. Gazi Eğitim Fak, Türkçe Eğitimi Böl., Bütün yönleriyle Çubuk ve Çevresi Uluslar arası Semp., S, 176-177,

28 – Hoca Saadettin, Tacü-t Tevarih, C. IV, s. 4

30 – Murtaza Demir, s, 87,88

31 – Kaygusuz Abdal, Türk edebiyat tarihinde tasavvufa ve Alevi-Bektaşilik geleneğine gönül vermiş mutasavvıf bir halk ozanıdır.

32 – 19. yüzyılın tanınmış Bektaşilerindendir. 1842 yılında İstanbul’da doğmuş, şiirlerinde Hilmi, Hilmi Dede mahlasını kullanmıştır.

33 – Altınok, Baki Yaşa, age, s. 285

34 – Dikkat, ilginç benzerlik; Alevi-Bektaşi tekke ve dergahlarına bugün de Sünni din adamları tayin ediliyor

35 – Ahmet Cevdet Paşa Tarihi, c. 12, s. 182’den akt. Baki Yaşa Altınok, age, s. 286

36 – Altınok, Baki Yaşa, age, s. 288

39- Makedonya Harabati Baba AİHM Kararı

40 – 9 Kasım, 2022 tarih ve 112 no’lu CB Kararnamesi (Resmi Gazete)

 

Sosyal Medyada Paylaş
ZİYARETÇİ YORUMLARI

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu aşağıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.

BİR YORUM YAZ